top of page

olmakta olan, olacak olan ve olmuş olan olarak insan: 28 kasım 2025

Updated: Dec 8

Dün gece bir mescitteydim, küçük bir camide, gün vakti.


Üstümde öyle bir hüzün var ki, ibadet için orada bulunan kadınların merhamet dolu bakışlarını bana yöneltmelerine sebep oluyor. Sevmem. Bir yabancılama durumu da var, yabancısıyım çünkü gerçekten buranın, her neredeysem artık.


Bedenim, rahmim, evim, mabedim, kabrim.


Her yere yabancı hissettiğimden hiçbir yerin yabancısı olmamak.


İnsan mekâna ne kadar yabancı olursa olsun, kendi bedeni de dahil, yabancısı olmadığı tek yer Tanrısının huzuru halbuki.


Burada huzursuz hissettirilmeme müsade etmeyeceğim.


Ben de namaz kılacakmışım aslında ama insanların bakışlarından görmezden gelemeyeceğim kadar rahatsız oluyorum. Yalnız kalmaya ihtiyacım var.


Çıkma ihtiyacı duyuyorum. Oradaki görevli bir kadına yandaki binaya nasıl geçebileceğimi soracağım. Fakat kadınla Fransızca konuşmam gerekiyor. Fas’tayım belki, belki Tunus belki Cezayir. Bir Kuzey Afrika ülkesi, bunu biliyorum.


How can I go to the next building? Kafamdan bunu çevireceğim Fransızca’ya. C’est facile yani. Konuşmaya başlıyorum, konuştukça sırası gelen kelimeyi çevireceğim:


Comment je dire…


Dire!? Yok, dire söylemek, bulmak veya gitmek veya varmak veya ulaşmak - bu anlamda bir kelimeyi bulmam ve söylemem gerekiyor. Tekrar başlıyorum cümleye:


Comment je peux dire


Yine yanlış söyledim. Israrla bulmak veya gitmek varmak yerine söylemek diyorum. Trouver, aller, bunlardan biri gelmiyor aklıma. Israrla söylemek.


Trouver, treasure trove, bilinmek isteyen hazine.

Bulmak = bilmek = söylemek / zikretmek.


Diğer bina nerede, öyle diyeyim bari.


Nere ve bina kelimeleri geliyor aklıma. Öbür, öteki, diğeri, yan, bir sonraki gelmiyor! Öteki’ni hatırlayamıyorum!


Kadın da beni bekliyor. Ben kelimeleri ararken ve gayet de bildiğim ve bulabilecğeim bir kelimeyi arayıp da bir türlü bulamazken hem kadını bekletiyor olduğum için, hem kendimi ifade edemediğim için bir panik haline saplanıyorum, saplandıkça gömülüyorum. Kadın bana bakıyor, ben kelimeyi arıyorum, saniyeler saatler, saatler saliseler gibi hissettiriyor, cümleyi en baştan alıyorum, sonra yine, tam aynı yerde takılıyorum. Bulmak kelimesini bulamıyorum!


Zihnim koşuyor bir yandan. Aynı anlama gelebilecek alternatifler üretiyor: Öbür bina nerede, bir sonraki binaya nasıl giderim, nasıl bulurum... Direkt ‘’yan bina’’? Daha bile sade, bu kadarını da bul canım. Ben bulmak istemek.


Bina, bâni, ben. Ben’in inşası.


Öyle sıkışıyorum ki kendimi ifade edememekten, zaten o yabancılık hissinin de üstüne biniyor tüm bunlar. Fazla geliyor haliyle. Çıkıp da ferahlamaya çalıştığım zaman ve mekana, saniyelere sıkışıveriyorum. İfade edememenin yarattığı çaresizlikten ve sıkışmışlıktan bir kırılma yaşıyorum. Bir şey atıyor içeride, hissediyorum, fazla geliyor, zihnim tutunduğu her şeyi birden bire bırakıyor.


Deliyim artık, evet.


Delirerek feraha ermek de, ne bileyim.. İlginç bi konsept.


Kendimi ifade edememekten mi, yoksa gideceğim yeri bulamamaktan mı? (Delirmek bu mu zaten?)


Ne diyorum ben?


Aradığımı bulmam (=söylemem) gerek. Fakat neyi arıyorum?


*


Bir sonraki sahne: Nasıl olduysa gelmişim yan binaya. Ki burası da bir müze, aynı zamanda sanat okulu gibi bir yer. İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni de anımsatıyor. Fakat buranın asıl mevzusu bir ruh sağlığı hastanesi olarak hizmet vermesi. Gayet makul.


E gayet de ifade ediyorum işte? Ama bir şeyler hep eksik kalacak, çünkü her şey her daim noksan. Bu yüzden o halde. Arada sığamayıp çatlayıp, çatlaklarımızdan sızmamız bundan. Delirmesek delirirdik. Delirmeyelim diye deliriyoruz.


Müze, mescit, medrese, meyhane. Ruhumun fakülteleri, ruhun.


Eski bir rüya (‘’eski’’ diye bir şey varsa eğer): Kafileye karşı gelişim. [Yolunuz yol değil] Bir Rembrandt tablosunun önü.


Ben hastalardan biriyim ve bir grup terapisindeyiz. Uygulayıcımız Yıldız hoca, saygı duyduğum, kafalı bulduğum ve takdirini aldığım bir hocam.


Ben ve diğer deli arkadaşlarımın, delidaşlarımın yapacağı uygulama da şu: Müzenin merdivenlerini görebildiğimiz hol gibi bir kısmında geniş ve düzensiz bir halka oluşturmuşuz. Bir yapı var ortamızda, metalden bir çeşit iskelet. Ucunda toplar olan ipler bağlı bu iskelete. Toplar boyaya bandırılmış. Her birimizin kendine ait bir ipi var, sicimi.


Tutup bırakacakmışız, sarkaç gibi salınacak top, gidip gelecek ve zeminde bir iz bırakacak. Hızlandıkça çizdiği elipsler genişleyecek, yavaşladıkça daralacak küçülecek. En nihayetinde yıldıza veya çiçeğe benzer geometrik, simetrik de olmasını beklediğimiz muntazam bir şekil çıkacak ortaya. Sonrasında bunu analiz de edeceğiz hatta.


Bu şekilde bir sır var. Biliyorum ne anlama geldiğini, geliştirmem gerekiyor sadece.


Başlıyoruz. Ve fakat bir sorun var, bunu zeminde oluşmaya başlayan şeklin yamukluğundan anlıyoruz. İskelette bir yamukluk var, yapıyı düzeltmemiz gerekiyor. Hemen tespit edip ayakları olması gerektiği gibi yerli yerine yerleştiriyoruz.


Sonra tekrar bırakıyoruz kendi sarkaçlarımızı. Birer sarkaç olarak kendimizi, gidip geliyoruz aynı hat üzerinde ve ardımızda bıraktığımız, bırakmakta olduğumuz izi seyrediyoruz. Kesişen çizgileri, birbirine yaklaşan, kendi üzerine katlanan, birbirinden uzaklaşan, açınan, genişleyen daralan eliptik şekilleri. Yıldızımızı, çiçeğimizi.


Bir nevi hakikate şahitlik. Kendine. Bir mucizeye.


Terapi dediğin budur.


Temaşa edip, hayrete şayanlığını da teslim etmek.


Hayretten nefesin kesildiği yerden nefes almaya başlamak.


Doğarken bu yüzden nefesimiz kesiliyor aslında. Doğduğumuz için. Çünkü bütün doğumlar aslında birer mucize ve normal doğum diye bir şey yok. İşin ilginci de herkes bunu biliyor aslında. Yok bebek plasentaya alışmışmış, yok çıktığında ciğerleri sıvıyla doluymuş bilmem ne, bunlar fasa fiso. Fas’a fiso.


Eserin oluşum aşamasında sadece çizgiler var tabi, şekil zaman içinde oluşuyor. Öyle mi peki gerçekten? Eser hangisi aslında? Nihai eserin de öncesinde bir salınım, bir ip, izi gösterecek bir boya var.


Top boyaya bulanmamış olsaydı, ardında iz bırakmayacak mıydı. Bunu kim söyleyebilir?


Aslolan hangisi peki, sicim mi, salınımın kendisi mi, salınımı seyretme eylemi mi, salınımı seyreden olarak özne mi, salınımın ardında bıraktığı çizgi, çizgilerin oluşturduğu şekil mi? Sicimin çizdiği sicim, zeminde ördüğü ağ mı? Salınımın oluşturacağı şekil mi veya?


Ben dediğimiz hangisi?


Oluşturduğu şekil ile oluşturucağı şekil arasında herhangi bir fark var mı? Veya oluşturmakta olduğu. Bunları birbirinden ayıran tek şey referansı nereden yapmayı tercih ettiğimizle, zaman denen zeminde nerede durduğumuzla alakalı, o da illüzyondan başka bir şey değil.


İnsanın kendine dair bir soruyu hangi zaman kipinden sorması doğru? [İnsanın sorduğu hangi soru kendine dair değil ki.] Sırf şu an şu andayız diye, aslolan şu an olabilir mi. Bunu kim iddia edebilir? Hangi cüretle?


Bir insan hangi cüretle ‘’bunun sebebi şudur’’ gibi cahilce bir iddiada bulunabilir? [Cahil cüreti, tabi.]


Dünün gerçeği bugünün aldatmacası, dünün yanlış değerlendirmesi yarının açıklaması olabilir en nihayetinde. En nihayetinde zaman algısı bir illüzyon olduğuna göre, kuantum araştırmalarının da sonunda gösterdiği gibi lineer olarak ileriye doğru akan değil, kendine doğru katlanan bir mefhum olduğuna göre, (mistikler binlerce yıldır bunu anlatıyor), zamandan ve zamansallıktan bahsederken neye atıf yapıyoruz tam olarak?


(Şu an, şimdiki zaman = İng. present = hediye = Ar. tuhaf)


İnsan birim zaman ve mekandaki halinden ibaret değil, diyordum. Ama bu illüzyonik doğasının yanıltıcılığını, katmanlılığını ve geçişkenliğini düşününce, şu an (mevcut zaman) en hakiki olmayan, insana en uzak an bile olabilir.



*


Öteki kelimesini bulamamam üzerine:


Ölümle yaşam, yıkmak ve yapmak, yarmak ve yaratmak, savaşmak ve sevişmek, olmak ve ölmek, yokmak ve varmak = bakmak, söylemek ve bulmak arasındaki çizgiler teker teker belirsizleşiyor, yok oluyor.


Yoruldukça dinlendiğimi hissetmem de bir örnek.


Nedir içle dış arasındaki fark? Beni, içimi, dışımdakilerden ayıran? Deriyi mesela, bir iç organ yapmayan şey ne? Dışa bakan tarafın referans alınması, birinin bunu böyle tercih etmiş olması, şu x veya şu y gerekçeyle.


Bu sorulara cevap vermeye cüret eden, çizgi şudur ve şuradadır diyen o çok yetkili merciler kim peki? Bunu yaparak bizzat sınır aşıyor, biz hudut tanımıyoruz, diyorlar aslında ve bu sayede yine yok oluyor sınırlar.


Şeyleri birbirinden ayıran fark nerede başlıyor ve nerede bitiyor? Nerede sınır? Bir şeyi bir diğerinden ayıran ne tam olarak? Beni bir öteki’den ayıran?


Beni En Büyük Öteki’nden ayıran ne?


Comments


bottom of page