bahar eskizi
- Aisha K.
- May 5
- 3 min read
Updated: May 7
Havalar ısınıyor, maddi ve manevi olarak buna hazırlıyorum kendimi. Isınacaktı zaten, yapacak bir şey yok. Yine serinleyecek.
Sanki her çizgi dönüp dolaşıp yine kendine bağlanmalıymış gibi.
Değil, gibi’si fazla. Ve de bağlanmalı değil, bağlanır.
Çizgi sözdür, söz sırdır, sır kutsaldır.
Gerçekten de return effect’in iddia ettiği gibi çiginin dönüş istikameti, gidiş istikametinden kısa. Herhangi iki nokta arasında, aynı yoldan dönmek daha kısa sürüyor. Sonuçta zamanın bükülmesi -en azından teorik olarak- fizik yasalarına aykırı değil, yine de bunu deneyimlemek şaşırtıcı.
Ve kaderimiz, karakterimizin unfold edişi, açınımı. Anonim bir sosyal medya bilgininin aktardığı gibi, zaman kelepçesini taktık karakterimize şahitlik ediyoruz.
Zamanın bir illüzyon olduğunu, gerçekliğin/hayatın, birim an ve mekandan, mevcut zemin-zamandan ibaret olmadığını, insanın şu anki ve buradaki halinden ibaret olmadığı ve birbirini takip eden anların oluşturduğu bir kolaj da olmadığı buradan da anlaşılabilir. Einstein fiziğine gerek yok. Hayat, parçalarına ayrılamayacak bir akış, yekpâre, geniş bir an.
Nasıl ki insan, hakkındaki demografik bilgilerin bir toplamı, hatta biyografisi değilse; müzik, tanımı, nota dökümü, hatta notalarının tek tek çalınışı değilse; hayat da onu oluşturan yalıtılmış zaman birimlerinin birbirini takibi değil. (Truth vs. fact)
[Ancak, representation ancak bu şekilde mümkün. Sinema/Film aslında birbirini takip eden karelerin akışı. Resim hareketsiz, bir şeyleri yakalamaya çalışıyor. Temsil kapasitemiz ancak bu kadar. Müzik ve şiirdeki sır, it leaves ne puzzled. (Burada tiyatroyla sinemanın farkıyla ilgili üstüne eğilmeye değer bir şeyler var.)]
Tanpınar’ın bahsi açılmışken, Türkçe’nin lezzetine vardırmasının yanında, adını koyamadığım şeyleri çözmüş olması ve bunları okuyucuya sezdirtme becerisi insanda hayret uyandırıyor. Unutmamak adına şunları da not olarak iliştirmek istiyorum:
‘’Emine canlıdır. Çünkü etrafından içine doğru yavaş yavaş geçen ölümle yaşamaktadır. Ölüm onun ömrünü bir saat gibi kurmuştur. Ona zamanı uzayacak, muayyen fasılalarda en gür sesini işitecek, onun iradesi tarafından sürüklenecektir. Böylesi bir canlılık her şeyden üstündür. Çünkü orada, artık hayat değil, yaradılışın büyük sırrı konuşur.’’
‘’Mesele, kendinsinde veya başkalarında ölmek meselesidir. Kendisinde ölen bir kere ölür. Fakat başkalarında ölmeye mahkûm olan insan ölümün malikânesidir. … Sadık Emmi kendisinde yaşadığı için kendisinde ölecektir.’’
[Abdullah Efendi] kendini, hayaline nakletmeye başladı. (Müthiş!)
Goethe bir kahramanına ‘’Sizi seviyorsam, bundan size ne?’’ dedirtir. … Ölüm varsa bundan bize ne? Çünkü hayat, bu dağınık düşüncelerin akışı, acının ve ölümün inkârıyla vardır. Onu yok bildikçe, ondan habersiz kaldıkça yaşarız.
(Burada ölümle ilgili söylediğine tam olarak katılmamakla birlikte, dikkate ve kayda değer buluyorum.)
Dönüp dolaşıp kendine bağlanan çizgilerin yol boyunca inkıtaya uğradığı, düğümlendiği noktalarda arıza gösteriyoruz. Sicim karışınca insanın insicamı da ister istemez bozuluyor. Bu düğümler, boyunca-yürümemiz gereken yollar. Ve düğümsüz olmuyor.
(Tuhaf: Çizgiler üzerine dağınık düşüncelerimi toparlamaya, noktaları birleştirip anlamlı bir çizgi haline getirmeye çalıştığım dönemde, Tim Ingold’un Çizgiler’ine ve ziyaret etme niyetinde olduğum nokta/çizgi/nokta adında bir serginin ilanına denk geldim.)
Ingold da söylemek, müzik, yürüyüş gibi insana dair etkinliklerin çizgiler boyunca ilerlediğini ve birbirine dönüşebilen, dönüşürken yüzeyleri (zeminleri, yani zamanı da) şekillendiren iki tür çizginin olduğunu öne sürüyor: iplik ve iz.
Birbirine benzer iki şey arasında, onları ayıran ince bir çizgi bulunur. Her şeyin benzediği başka bir şey vardır. Demek ki, her şeyle her şey arasında incecik çizgiler vardır. Çünkü aslında şeyler incecik çizgilerden, ipliklerden, belki sözlerden teşekkül ediyor. Nitekim sicim teorisi de bunu açıklıyor.
Her türlü anlaşmazlığın kaynağı, bilinçdışı farklarının dildeki tezahür edişi, yani aslında lisan farkı. Ve tuhaf bir şekilde, sözün gücüne iman etmekle birlikte, bazen herhangi bir şey söylemenin, tenezzül etmeye dahi değmeyecek bir eylem olduğunu hissediyorum.
İnsan iradesi, yalnızca değilleyebildiklerinde tezahür ediyor. E o zaman ne anlatıyorum ben? Ama işte bütün söylediklerimiz ‘’bu-değil’’ şeklinde bir satır arası ve geride söylenmeyeni bırakma amacı taşıyor.
İmkanım olsa bağıra bağıra, her şeyi susacağım. Ama neyi? Halbuki aslında ne söyleyeceğim / ne söylemeyeceğim diye kafa patlatmaya gerek yok, kişi ne ise onu zikrediyor zaten.
İş ki okumayı sökelim, ölmeden önce susabilelim.
Bu yüzden defterime ne yazıyorsam gerçek oluyor, çizginin kendine bağlanması adına. İşbu eskiz de bir düğüm çözme girişimidir. Tamamına eren bir hayat gibi, minik bir ölüm gibi, karalanmaya başlandığı noktaya geri bağlanmayı hedefliyor.
Bütün bunlardan hiç de bağımsız olmayan bir not: Hallâc haklıydı.
Comments